Hukuk Yargılamasında Kesin Hüküm 2.BASKI ( İYİLİKLİ )
Hukuk yargılamasında kesin hüküm isimli monografik eserimiz, 2016 yılının başlarında görücüye çıkıp, aradan geçen süre zarfında gerek ilmi, gerekse kazai içtihatlarda referans olarak gösterilmesi bizleri ziyadesi ile mesrur etmiştir. Bu süreç içinde hem resen hem de okuyucunun talepleri doğrultusunda eksik ya da düzeltilmesi gereken kısımlar yeniden gözden geçirilerek daha donanımlı ve tashihi yapılmış bir eseri yeni baskıya hazırlamak gereği hâsıl olmuştur. Ne var ki her hadiseye uygulanabilir meseleci bir kanun yapılması ve aynı içtihatlar ile benzer uyuşmazlıkların çözülmesi başarılamadığı gibi teorisyenler de mükemmel ve her olaya isabet eden bir eseri yazmaya muvaffak olamamıştır. Zira hiç kimse aynı isabet, mahzı keramet sahibi değildir. Nasıl ki müşterisi olmayan meta zayi hükmünde ise, uygulamada bir yaraya merhem olmaktan uzak, pratiği yapılmayan, okuyucu tarafından ilgi ve istifaden yoksun akademik çalışmalar, müellifin emek ve temayüzünü abesle iştigale sevk edeceği düşüncesinden referansla, uygulamada sık rastlanıp, kül halinde neredeyse yarım asır boyunca akademik teşrih, tasnif ve tahlili yapılmayan bu konuyu Türk Hukuk Literatürüne kazandırma gayretini, güncel meseleler ışığında uyuşmazlıklara çözüm üretme ve ihtiyaçlara cevap verme arzusu tevlit ettiğinden, mezkûr eserin daha donanımlı ve tashihleri yapılarak yeniden baskıya çıkarılma kanaati ağır basmıştır. İstanbul Hukuk Mektebi’ne başladığım 1993 yılında fakülte amfi ve kürsüsünü gördüğümde yaşadığım hayranlık, büyülenme duygusu ile bugün geldiğimiz mesleki temayüz arasındaki illiyet bağını ifade eden yegâne esbabı mucibe Yüce Mevla’nın hiçbir zaman emekleri zayi etmeyeceği gerçeğidir. Nitekim dünya hayatı, bir imtihan, bir müsabaka, bir emek ve mesai alemidir. Bu alemde, herkes kendi istidadının, kendi gayret ve mesaisinin semerelerine müstehaktır. Kaldı ki, insan için ancak gayretinin karşılığı vardır.
Bir ülkenin nizamının müesses mahiyetinden bahsedebilmek evvel emirde, hukuk sisteminin milli ve kadim olmasına merbuttur. Milletlere, insanlık tarihi içerisinde hususi kimliklerini kesbettiren, menbağını milli medeniyet seviyesi ile yaşama temayüllerinden alan ve devamlılık arz eden milli hayat mücadelesidir. Dolayısyla geçmişi küçümseyip, pozitif hukukun büyüsüne kapılmak, yersiz bir aşağılanma duygusu ve anlamsız bir gururdan öteye gidemeyecektir. Bu cümleden olarak, bir kültür bir diğer kültürün sanayi, endüstri, teknoloji, spor ve sanatını ithal etmesi ve egemenlik sınırları içerisinde intibak etmesi güncel ve dinamik hayatın bir gereği olmasına karşın, bir kültürün yabancı bir egemenliğe ait hukuk, ahlak ile örf ve âdetini iktisap ederek milli unsuru haline getirmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Pozitivizm akımının büyüsüne kapılarak eskiye dudak büküp, mirası reddetmek evvela mecellenin “kadim kıdemi üzerine terk olunur” hükmünü yok saymaktır. Zira hukuk, beşerin müşterek cevherleri, mukaddes fıtratın rikkat imbiği ve akl-ı selimin dikkat süzgecinden en rakik ve dakik mahiyette kaniveçe misali işlene işlene nakşedilerek billurlaşmış, tarihi ve irfani tecrübenin ilham verici, etik, estetik ve entelektüel bir şahikası mevki itibariyle mişkatül ahkâmdır. Dolayısıyla bir ülkenin egemenlik sınırları içinde vuku bulan uyuşmazlıkların kesin, ilânihaye ve hakkaniyetli şekilde çözümlenmesi hukukun milli ve yerli iç dinamiklerinden beslenmesine de bağlıdır. Nitekim hukuk içtimai kıymet hükümlerinden neşet ettiğinden naşi, hayat kaideleri, mantık ve tecrübe kurallarına mübayenet oluşturmaz. Çünkü uygulanacağı toplumun beslendiği örf ve adet kuralları ile âlem şumul hukuk ilkelerine ters düşemez. Bilakis, nasın istimali öyle bir hüccettir ki onunla amel vacip olunur diyen kavaidi külliye gereği, doğrudan doğruya ilhamını bunlardan alıp kanun koyucunun idrakine söyletmeli nizamını. Beşeri münasebetlerin gergefinde imbik imbik dokunarak cereyan eden hayatın içinde yaşayan kültür varlığı olarak billurlaşan hukukun da sosyal meselelere cevap verebilmesi ve mekanik işleyişin devam edebilmesi noktasında meseleleri tanımlama, tahlil ve terkibini hukuki veçhe içinde yoğurup hal ve fasledilmesi için layığı veçhile hadiseye muvafık kavramsal bir dillendirme formulasyonu adına içtimai yaşantının tarihsel sürekliliğinde oluşmuş anlamlandırma kategori ve çerçevelerinde ancak vücut bulabilecek kavramsal bir idrakin yolu Yahya Kemal’in “ağzımda annemin sütü” dediği ana dile muvafık bir normatif önermeler dizgesinin teşekkülü esas ve sahih bir vazifedir. Kaldı ki, bir alanda temayüz ve uzmanlaşma ancak ana dilde mümkündür. Nitekim hayat devamlı şekilde gelişim, değişim ve dinamizm içinde inkişaf ve tekamül ettiğinden, milli dinamikler dâhilinde yoğrulması elzemdir. Dolayısıyla dilin de milli hukuk ile yoğrulmuş ve bezenmiş toplumun kulağına munis gelmesi, hem gönüllerde mensubiyet, hem de zihinde tekabüliyet bulması marifetiyle mana kesbedecektir. Aksi halde, mevzu hukukun nazmı vezin tutmayacaktır.
İnsanoğlu toplumsal bir varlık olduğundan naşi buna uygun olarak yaratılmıştır. Sosyal bir varlık olan beşer, hayatının hasbelkader, beşeri münasebet ve ilişkilerin koordinasyonu (eşgüdüm) denilen hukukun düzenleyici yörüngesi ve çekim alanı dışında kalması ya da etkisinden kaçması mümkün bir istisnasının düşünülmesi dahi muhaldir. Zira hukuk, beşerin (mevcudiyetinin) türsel var olmaklığının bizzarure içtimai hâsılasıdır ve kişilerin tüm yaşamını ihata etmiştir. Nitekim toplum ile hukuk ayrılmaz bir bütünlük oluşturduğundan maddi ve manevi varlığını da bir düzen içerisinde ancak hukuk marifetiyle muhafaza ve idame ettirmiştir. Bu sebeple, hukuk hayatın hem gereği hem de teminatıdır. İnsana toplum içerisinde yaşamaya medar sosyal donatılar da Yüce yaratan tarafından ilk yaratılışta bahşedilmiştir. Öyle ki ilk insan Hz. Âdem (a.s) yaratılınca Allah (c.c.) ona eşyanın bütün isimlerini, yani konuşma, düşünme, öğrenme, öğretme, varlıkları isimlendirme, onların nitelik, mahiyet ve işlevini kavrama istidası ile mantıki tanımlama ve kavramsal düşünme melekesi ve fıtratına medar beyan kabiliyeti öğretmiştir. Dolayısıyla daha ilk yaratılışta insan, toplum içinde maddi ve manevi varlığını muhafaza ve idame ettirmeye elverişli donanımlarla teçhiz edilmiştir. Ülkemizin egemenlik sınırları içerisinde cumhuriyetin ilanıyla kabul edilen hukuk sistemine dayalı yeteri kadar çalışma yapıldığı gibi neredeyse her bir kavramın akademik tasnif ve tahlili dahi gerçekleşmiştir. Bu çalışmalar yargı içtihatlarıyla da yerleşik, müstakar ve kadim bir nitelik kazanmıştır. Tüm bu ilmi ve kazai içtihatlar çerçevesinde ülkemiz sınırları içinde var olmuş, ilk beyliklerden itibaren tüm medeniyetler, bu bağlamda Türk devletleri, Selçuklu, Osmanlı zamanında uygulanan hukuk ve örf adet kuralları, mukayeseli İslam Hukuku, Türk Hukuk Tarihi üzerine yapılan etüdler ile bu alanda yapılan çalışmalar, örnek kabilinden Şeyh Bedrettin’in Hukuk Yargılaması, Sava Paşa’nın İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüt, Münif Paşa’nın Hikmet-i Hukuk, Ömer Nasuhi Bilmen’in Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu ve özellikle Mecelle’den faydalanılarak milli bir hukuk oluşturulmalıdır. Dolayısıyla, Mevlana hazretlerinin pergel metaforunu kullanarak ifade edersek, pergelin sabit ayağını medeniyetimize sabitleyerek hareketli ayağı ile dünyaya açılmak lazım geldiğinden, kaynağı ve özü itibariyle milli bir hukukun vücuduna sebebiyet verilerek İsviçre-Alman Hukuku’nun birikiminden faydalanmak buna karşın, tahakküm ve saplantısından da kurtulmak elzemdir. Belki de bu sayede normatif bir düzenlemenin kaynağı ecnebi hukukta değil doğrudan öz dinamiklerimizden doğan milli hukukta aranacaktır. Bu husus, gerek uyuşmazlıkların özü gerekse, hadiseye doğru ve yasa koyucunun muradına uygun çözüm üretmek bakımından sıhhatli ve adli bir çözüm sunacaktır.
Hukuk yargılamasında kesin hüküm konulu monografik eserimizin ikinci baskısında teorisiz eser temelsiz binaya benzeyeceğinden kinaye, uygulamadaki hadiselere çözüm üretmek sadedinde teoriden referansla, Yargıtay içtihatlarıyla kanaviçe misali destekleyerek sorunlara çözüm üreten mufassal bir kitap olarak hazırladık. Tüm bu çalışmaları yaparken gerek okuyucu nezdinde gerekse aradan geçen sürede gözden kaçırdığımız hususlar yeni başlıklar şeklinde eklendiği gibi, daha önce değinilen hususlar genişletilmiş ve zenginleştirilmiştir. Kitabın bu aşamasına gelmesinde elbette birçok meslektaşımla yaptığım istişare, müktesebatın genişlemesine katkı sağlamıştır. Bu bağlamda, her başvurumda yüksünmeden aynı heyecan ve tevazu ile konuları istişare ettiğim güzide insan, yetkin hukukçu Adem Kahriman Kardeşime hassaten teşekkürlerimi iletirim. Tarafıma olan güven ve nezaketi ile kitabın basım işini üstlenen yetki yayınevi işleten ve çalışanlarına en kalbi sevgilerimi paylaşırım.
- Açıklama
Hukuk yargılamasında kesin hüküm isimli monografik eserimiz, 2016 yılının başlarında görücüye çıkıp, aradan geçen süre zarfında gerek ilmi, gerekse kazai içtihatlarda referans olarak gösterilmesi bizleri ziyadesi ile mesrur etmiştir. Bu süreç içinde hem resen hem de okuyucunun talepleri doğrultusunda eksik ya da düzeltilmesi gereken kısımlar yeniden gözden geçirilerek daha donanımlı ve tashihi yapılmış bir eseri yeni baskıya hazırlamak gereği hâsıl olmuştur. Ne var ki her hadiseye uygulanabilir meseleci bir kanun yapılması ve aynı içtihatlar ile benzer uyuşmazlıkların çözülmesi başarılamadığı gibi teorisyenler de mükemmel ve her olaya isabet eden bir eseri yazmaya muvaffak olamamıştır. Zira hiç kimse aynı isabet, mahzı keramet sahibi değildir. Nasıl ki müşterisi olmayan meta zayi hükmünde ise, uygulamada bir yaraya merhem olmaktan uzak, pratiği yapılmayan, okuyucu tarafından ilgi ve istifaden yoksun akademik çalışmalar, müellifin emek ve temayüzünü abesle iştigale sevk edeceği düşüncesinden referansla, uygulamada sık rastlanıp, kül halinde neredeyse yarım asır boyunca akademik teşrih, tasnif ve tahlili yapılmayan bu konuyu Türk Hukuk Literatürüne kazandırma gayretini, güncel meseleler ışığında uyuşmazlıklara çözüm üretme ve ihtiyaçlara cevap verme arzusu tevlit ettiğinden, mezkûr eserin daha donanımlı ve tashihleri yapılarak yeniden baskıya çıkarılma kanaati ağır basmıştır. İstanbul Hukuk Mektebi’ne başladığım 1993 yılında fakülte amfi ve kürsüsünü gördüğümde yaşadığım hayranlık, büyülenme duygusu ile bugün geldiğimiz mesleki temayüz arasındaki illiyet bağını ifade eden yegâne esbabı mucibe Yüce Mevla’nın hiçbir zaman emekleri zayi etmeyeceği gerçeğidir. Nitekim dünya hayatı, bir imtihan, bir müsabaka, bir emek ve mesai alemidir. Bu alemde, herkes kendi istidadının, kendi gayret ve mesaisinin semerelerine müstehaktır. Kaldı ki, insan için ancak gayretinin karşılığı vardır.
Bir ülkenin nizamının müesses mahiyetinden bahsedebilmek evvel emirde, hukuk sisteminin milli ve kadim olmasına merbuttur. Milletlere, insanlık tarihi içerisinde hususi kimliklerini kesbettiren, menbağını milli medeniyet seviyesi ile yaşama temayüllerinden alan ve devamlılık arz eden milli hayat mücadelesidir. Dolayısyla geçmişi küçümseyip, pozitif hukukun büyüsüne kapılmak, yersiz bir aşağılanma duygusu ve anlamsız bir gururdan öteye gidemeyecektir. Bu cümleden olarak, bir kültür bir diğer kültürün sanayi, endüstri, teknoloji, spor ve sanatını ithal etmesi ve egemenlik sınırları içerisinde intibak etmesi güncel ve dinamik hayatın bir gereği olmasına karşın, bir kültürün yabancı bir egemenliğe ait hukuk, ahlak ile örf ve âdetini iktisap ederek milli unsuru haline getirmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Pozitivizm akımının büyüsüne kapılarak eskiye dudak büküp, mirası reddetmek evvela mecellenin “kadim kıdemi üzerine terk olunur” hükmünü yok saymaktır. Zira hukuk, beşerin müşterek cevherleri, mukaddes fıtratın rikkat imbiği ve akl-ı selimin dikkat süzgecinden en rakik ve dakik mahiyette kaniveçe misali işlene işlene nakşedilerek billurlaşmış, tarihi ve irfani tecrübenin ilham verici, etik, estetik ve entelektüel bir şahikası mevki itibariyle mişkatül ahkâmdır. Dolayısıyla bir ülkenin egemenlik sınırları içinde vuku bulan uyuşmazlıkların kesin, ilânihaye ve hakkaniyetli şekilde çözümlenmesi hukukun milli ve yerli iç dinamiklerinden beslenmesine de bağlıdır. Nitekim hukuk içtimai kıymet hükümlerinden neşet ettiğinden naşi, hayat kaideleri, mantık ve tecrübe kurallarına mübayenet oluşturmaz. Çünkü uygulanacağı toplumun beslendiği örf ve adet kuralları ile âlem şumul hukuk ilkelerine ters düşemez. Bilakis, nasın istimali öyle bir hüccettir ki onunla amel vacip olunur diyen kavaidi külliye gereği, doğrudan doğruya ilhamını bunlardan alıp kanun koyucunun idrakine söyletmeli nizamını. Beşeri münasebetlerin gergefinde imbik imbik dokunarak cereyan eden hayatın içinde yaşayan kültür varlığı olarak billurlaşan hukukun da sosyal meselelere cevap verebilmesi ve mekanik işleyişin devam edebilmesi noktasında meseleleri tanımlama, tahlil ve terkibini hukuki veçhe içinde yoğurup hal ve fasledilmesi için layığı veçhile hadiseye muvafık kavramsal bir dillendirme formulasyonu adına içtimai yaşantının tarihsel sürekliliğinde oluşmuş anlamlandırma kategori ve çerçevelerinde ancak vücut bulabilecek kavramsal bir idrakin yolu Yahya Kemal’in “ağzımda annemin sütü” dediği ana dile muvafık bir normatif önermeler dizgesinin teşekkülü esas ve sahih bir vazifedir. Kaldı ki, bir alanda temayüz ve uzmanlaşma ancak ana dilde mümkündür. Nitekim hayat devamlı şekilde gelişim, değişim ve dinamizm içinde inkişaf ve tekamül ettiğinden, milli dinamikler dâhilinde yoğrulması elzemdir. Dolayısıyla dilin de milli hukuk ile yoğrulmuş ve bezenmiş toplumun kulağına munis gelmesi, hem gönüllerde mensubiyet, hem de zihinde tekabüliyet bulması marifetiyle mana kesbedecektir. Aksi halde, mevzu hukukun nazmı vezin tutmayacaktır.
İnsanoğlu toplumsal bir varlık olduğundan naşi buna uygun olarak yaratılmıştır. Sosyal bir varlık olan beşer, hayatının hasbelkader, beşeri münasebet ve ilişkilerin koordinasyonu (eşgüdüm) denilen hukukun düzenleyici yörüngesi ve çekim alanı dışında kalması ya da etkisinden kaçması mümkün bir istisnasının düşünülmesi dahi muhaldir. Zira hukuk, beşerin (mevcudiyetinin) türsel var olmaklığının bizzarure içtimai hâsılasıdır ve kişilerin tüm yaşamını ihata etmiştir. Nitekim toplum ile hukuk ayrılmaz bir bütünlük oluşturduğundan maddi ve manevi varlığını da bir düzen içerisinde ancak hukuk marifetiyle muhafaza ve idame ettirmiştir. Bu sebeple, hukuk hayatın hem gereği hem de teminatıdır. İnsana toplum içerisinde yaşamaya medar sosyal donatılar da Yüce yaratan tarafından ilk yaratılışta bahşedilmiştir. Öyle ki ilk insan Hz. Âdem (a.s) yaratılınca Allah (c.c.) ona eşyanın bütün isimlerini, yani konuşma, düşünme, öğrenme, öğretme, varlıkları isimlendirme, onların nitelik, mahiyet ve işlevini kavrama istidası ile mantıki tanımlama ve kavramsal düşünme melekesi ve fıtratına medar beyan kabiliyeti öğretmiştir. Dolayısıyla daha ilk yaratılışta insan, toplum içinde maddi ve manevi varlığını muhafaza ve idame ettirmeye elverişli donanımlarla teçhiz edilmiştir. Ülkemizin egemenlik sınırları içerisinde cumhuriyetin ilanıyla kabul edilen hukuk sistemine dayalı yeteri kadar çalışma yapıldığı gibi neredeyse her bir kavramın akademik tasnif ve tahlili dahi gerçekleşmiştir. Bu çalışmalar yargı içtihatlarıyla da yerleşik, müstakar ve kadim bir nitelik kazanmıştır. Tüm bu ilmi ve kazai içtihatlar çerçevesinde ülkemiz sınırları içinde var olmuş, ilk beyliklerden itibaren tüm medeniyetler, bu bağlamda Türk devletleri, Selçuklu, Osmanlı zamanında uygulanan hukuk ve örf adet kuralları, mukayeseli İslam Hukuku, Türk Hukuk Tarihi üzerine yapılan etüdler ile bu alanda yapılan çalışmalar, örnek kabilinden Şeyh Bedrettin’in Hukuk Yargılaması, Sava Paşa’nın İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüt, Münif Paşa’nın Hikmet-i Hukuk, Ömer Nasuhi Bilmen’in Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu ve özellikle Mecelle’den faydalanılarak milli bir hukuk oluşturulmalıdır. Dolayısıyla, Mevlana hazretlerinin pergel metaforunu kullanarak ifade edersek, pergelin sabit ayağını medeniyetimize sabitleyerek hareketli ayağı ile dünyaya açılmak lazım geldiğinden, kaynağı ve özü itibariyle milli bir hukukun vücuduna sebebiyet verilerek İsviçre-Alman Hukuku’nun birikiminden faydalanmak buna karşın, tahakküm ve saplantısından da kurtulmak elzemdir. Belki de bu sayede normatif bir düzenlemenin kaynağı ecnebi hukukta değil doğrudan öz dinamiklerimizden doğan milli hukukta aranacaktır. Bu husus, gerek uyuşmazlıkların özü gerekse, hadiseye doğru ve yasa koyucunun muradına uygun çözüm üretmek bakımından sıhhatli ve adli bir çözüm sunacaktır.
Hukuk yargılamasında kesin hüküm konulu monografik eserimizin ikinci baskısında teorisiz eser temelsiz binaya benzeyeceğinden kinaye, uygulamadaki hadiselere çözüm üretmek sadedinde teoriden referansla, Yargıtay içtihatlarıyla kanaviçe misali destekleyerek sorunlara çözüm üreten mufassal bir kitap olarak hazırladık. Tüm bu çalışmaları yaparken gerek okuyucu nezdinde gerekse aradan geçen sürede gözden kaçırdığımız hususlar yeni başlıklar şeklinde eklendiği gibi, daha önce değinilen hususlar genişletilmiş ve zenginleştirilmiştir. Kitabın bu aşamasına gelmesinde elbette birçok meslektaşımla yaptığım istişare, müktesebatın genişlemesine katkı sağlamıştır. Bu bağlamda, her başvurumda yüksünmeden aynı heyecan ve tevazu ile konuları istişare ettiğim güzide insan, yetkin hukukçu Adem Kahriman Kardeşime hassaten teşekkürlerimi iletirim. Tarafıma olan güven ve nezaketi ile kitabın basım işini üstlenen yetki yayınevi işleten ve çalışanlarına en kalbi sevgilerimi paylaşırım.
Stok Kodu:9786050505276Boyut:16.5x23.5Sayfa Sayısı:738Basım Yeri:ANKARABaskı:2Basım Tarihi:Ocak 2020Kapak Türü:Sert KapakKağıt Türü:1.hamurDili:Türkçe
- Taksit Seçenekleri
- Diğer KartlarTaksit SayısıTaksit tutarıGenel ToplamTek Çekim760,00760,00
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.